25 Nisan 2012 Çarşamba


Yunus ile Geyikli Ahi'nin sohbeti

Sonra bir nida duyuldu: "Elestü bi-Rabbiküm!..." yani ki "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" Bu öyle bir nida idi ki cevabı herkesin hayranlığı içinde gizlenmişti; herkes bu sorunun cevabını kendiliğinden biliyordu; herkes aynı anda ve bir ağızdan "Kalu /dediler:" "Bela!... Bela!... Bela!... " Her dilde değil, tek dilde, ezel dilinde bu "bela" lar "Evet, elbette öyledir, Sen bizim Rabbimizsin!" demekti. Olumsuz sorulara verilen bir olumluluk cevabı. "Evet" anlamına gelen yığınla kelimeden biri... Buna rağmen hiçbir ruh, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" doğrudan doğruya "Evet!" demedi. Çünkü o vakit cevap, haşa ki "Evet, sen bizim rabbimiz değilsin!" olacaktı. "Bela" dedik ve kaderimize bela yazıldı. O anda anladım ki  dünyada belalar ile imtihan olunmamız bundandı. Benim gibi herkes de Allah'a verdiği sözğ bela ile ölçecekti. Sondaki nidayı duyunca buna tamamen inandım: "Şehidna!" Yürekleri yerinden titreten bir kelimeydi bu ve ikaz ediyordu, "İşte sizi birbirinize şahit tuttuk!" Allah, güzelliğinden zerre miktarını bize bağışlamış ve karşılığında kulluk sözü almıştı. Bununla da kalmamış bizi sözümüzden dolayı birbirimize şahit tutmuştu. Yani herhangimiz, verdiğimiz sözü sözü unutur veya o sözden dönersek diğerimiz ona hatırlatacak, "Aman ha! Ezel gününde, can bezminde söz vermiş, bela demiştin!" diyecekti. "İnsanoğlunun başına gelen belalar hep bu imtihan için mi Geyikli Ahi?" diye gönlümden geçirdiğim sırada "Ne sanıyordun ya Şeyh Yunus!.." cevabını gözüyle verdi, ardından "Fırtına gelince hemen Allahı hatırlayıp da fırtına dindiği vakit unutan gemiciler gibi..."  demeyi ihmal etmedi...

Sonraki bütün sohbetimiz benim sorularım ve onun cevaplarıyla geçti:

"O halde belalar bizim için birer iyilik midir?"

"Bu senin bakış açına göre değişir. Eğer aşık isen ve bela sevgiliden geliyorsa yalnızca bir sitemdir. Aşkına kendisini hatırlatmak isteyen bir sevgiliye kim kızabilir?"

"Bu durumda kulların hepsi Allah'ı sevmek durumundadır, öyle mi?"

"Bize güzelliğinden bir nebze tattırdığı vakit koydu o sevgiyi kalbimize. Kulun bu dünyada güzele düşmesi, güzelliğin peşinde olması, güzelliğe doğru akıp gitmesi hep bu yüzdendir. Güzel bir kadın, güzel bir ses, güzel bir şiir, güzel bir manzara, güzel ... hep güzel ..."

"Bütün bunları sevdikçe Allahın güzelliğinden bir parça sevmiş oluyoruz yani?"

"Tam da öyle. O'nun haricinde bir şey sevemeyiz çünkü. Bütün ırmakların denize akması, bütün damlaların denizi özlemesi gibi."

"Seven bir damla, sevilen bir deniz?"

"Seven kul, sevilen sultan da diyebilirsin. Bütün kullar sultana yakın olmak isterler. Her damlanın şu ya da bu şekilde denize koşması gibi."

"Sevilenin seveni kendine çekmesi gibi de... Peki bu yakınlığın sırrı nedir?"

"Sınır yoktur. Sır vardır. Sır birinin diğeri için yok olmasıdır."

"Feda olmak yani?"

"Hayır aslına dönmek, vatanına dönmek... Belki de kendisi olmak!..."

"Kendini bilen Allahı bilir, buyuyrulmasındaki hikmet gibi desenize. Hani seven, sevgili için feda olunca kendisi olur; aradan ikilik, sen-ben kalkar seven ile sevilen aynileşir ve seven sevgilide ebedilik bulur, onun gibi... Bu durumda aşık, maşuku için öldüğünde gerçek aşkı bulmuş oluyor heralde!?"

"Ölmek demeyelim istersen, ölerek var olmak, dirilmek diyelim."

"Miskin adem oğlanını ekinciye benzetir gibi desenize?. Kimi biter, kimi yiter gibi?"

"Gelimli, gidimli dünya diyelim... Orada ölüm her ne kadar bir son gibi görünse de hakikatte o bir başlangıçtır. Sırası gelen ekilir biçilir... Sın ucu ölümlü dünya diyelim... Ölüm ile iç içe geçen hayat. Yaz bahar gelince yeniden yeşermesi gibi tabiatın."

"Madde ile mana arasında bir etkilenme gibi. Mana ile var olmak için maddeden geçmek gerekmesi gibi."

"Elbette!.. Orada doğmak için burada ölmeye muhtacız. Onda güzelliklere doğmak isteyen bunda bir hastaya varmak, bir içim su vermek gerektir. Gerçek aşık maddeden geçince kendisi olur. Sevgilinin kapısında ölene şaşılmaz, oradan geri dönene şaşılır çünkü."

"O halde 'Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez' demeliyiz; madem hayvanlık maddemizin, aik da manamızın adıdır?"

"Keşke bunda ölsek, orda ölü olmamak için'"
"Ah benim delikanlı evladım, ah benim gönlü daracık yiğidim. Çehreni tebessüme alıştır, hoşuna gitmesede katlanırken sadaka verircesine gülümse. Yoksa derviş olamazsın. Bağrında baş gerek evladım, gözün dolu yaş gerek. Dövene elsiz, sövene dilsiz kadar gönülsüz gerek evladım! Azıcık gülümsesen ne olur?"

                                                                                                                                           Yunus
"Sır layık olmayana ifşa olunmaz, nadanlara emanet edilemez."
Allah insanı yedi kalıpta ve yedi tavır üzerine yaratmıştı. Bu yedi tavır sanki balçıktan ruha yükselen kişilik katmanları gibiydi. Önce kalıbı oluşturan tabiat vardı. Tabiat toprak demekti ve maddeyi temsil ediyordu. Bu maddeyi içten dışa nefis, kalp, ruh, sır, hafa ve nihayet ahfa adlarıyla mana halkaları kuşatıyordu. Toprak olan beden nefis ile yoğruluyor, bedenin iyilikleri kalp sayesinde nefse karşı koyuyor, ruh kalbin açtığı yolda yükseliyor, bu yükseliş bedendeki her türlü sırrın - buna hastalıklar da dahil- kapısını aralıyor, hafada sırrın sırrına erişiliyor ve nihayet ahfa ile sır çözülüyordu. Bu tavırlar için birer merhem belirlemiş ve hemen bütün hastalıkları bu yedi çeşit merhem ile sarmaya başlamıştım. Elbette bedenlerini iyileştirdiğim hastaların, ruhlarını da tedavi etmem gerekiyordu. Her bir tavır için onların gönüllerinde bir vadi açmam gerekiyordu. O vadileri de sırasıyla aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret, fakr ve fena olarak tespit ettim. Her tavrın merhemi - hasta olmasa da-, o vadiye yönelmekle esenlik buluyordu. Buna göre her bedenin aşka ihtiyacı oluyor, her nefis marifete yönelerek şifa buluyor, her kalbe bir istiğna makamı gerekiyor, her ruhta tevhit tecellisi zaruri oluyor, her sır hayrete düşürüyor, her fakirlik hali gizlilik gerektiriyor ve her fakrın sonu fenaya, yani yok oluşa, belki yokluk bularak var olmaya çıkıyordu.

* hafa       : 1.Gizlilik, bir şeyin gizli, sır ve mahrem olması.
                 2.Gizli şey, sır.
* ahfa       : çok gizli
* istiğna    : gönül tokluğu * elindekini kâfi bulmak * zenginlik istememek * allah'tan başka kimsenin minneti altına            

                girmemek
* Tevhid    :“Birlemek” “ Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak.”
* Fakr       : ihtiyaç, yoksulluk, muhtaçlık... kendisinde bulunan herşeyin allah kökenli olduğunu bilmek...
* fena       : en son mertebe



benim notum:  bu tavır ve kalıplar bana moslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatı.


Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.
  1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)
  2. Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği)
  3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık)
  4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
  5. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)


1. ve 2. basamak aşk, marifet ve istiğna makamı.
3. basamak tevhid marifet ve istiğna karışımı makamı
4.basamak fakr makamı
5. basamak ise fena makamı.

*Abraham Maslow 1943 te bu teoriyi yayınlamış.

*Tasavvufta birçok alim tarafından farklı şekillerde yorumlanan bu makamların temelini atan
İmam Rabbani ise 1563 yılında doğmuştur.


Od kitabına Yunus'un bu hakikatlere kendisinin ulaştığı şeklinde yazılmış.





24 Nisan 2012 Salı

"Yaklaşan kışın ustura gibi kesen ayazına direnmeye çalışan arkadaşlarımla sırt sırta verdiğim yalnız bir zamanda.."
...Artık yalnızca "Hu!" deyip başka bir şey dememe vaktiydi. Yani ki elifi yalnızca ötürü okuyup -ki elif ötürü okununca "O" yani "Hu" denilmiş olur-, pazarı götürü yapma vaktidi. İstikametimi bozmamak ve hata etmemek adına artık susmalıydım...
Yunus ile Derviş Zahir Baba'nın sohbeti;


...Niyazbad çok zengin bir kasaba idi. Zahir Baba'nın müritleri ırmak yamaçlarındaki bağların ve bahçelerin mahsulleriyle ilgileniyorlar, bazıları hayvan otlatıyorlar, bazıları ziraat yapıyordu. Burada zenginlik, dergahtan dışarı yayılıyordu. O kadar ki Zahir Baba bir keresinde zenginlikten dert bile yandı:

"Yunus ahi,Allah bizi masiva ile sınıyor galiba ki, ne kadar zekat versek, sadaka dağıtsak, yolculara gariplere yardım etsek, alp erenler dergahına nezir göndersek de servetimiz yine artıyor."

"Bunun için Allah'a çok şükür edelim Zahir Ahi, Allaha çok çok şükürler edelim! Çünkü insanın hayrıyla uğraşırken istediğini elde etmesi büyük bir saadettir."

"Beli Yunus Ahi, şükürler edelim; illa ki bunca servet dervişlerin gönüllerini çelmek, onları dünya ilgileriyle meşgul etmek için biraz azalmalı değil mi? İnsanın elindekilerle yetinmesi büyük bir saadet değil mi? Can huzuru ve din rahatlığı elbette fakirliktedir."

"Öyledir, hafifletilmiş olanlar kurtulmuş olanlardır. Ben bir zamanlar çelebi adamlar tanımıştım; 'Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz; her şeyin sahib ve maliki Allah'tır.' diyorlardı. onların yolunda gidelim ve hafifleyelim."

"Nasıl Yunus Ahi nasıl? Hz.Peygamber 'el Fakru fahri' demiş, 'Fakirliğim övüncümdür', buyurmuşken bizim bunca zenginliğin hakkını vermemiz nasıl olacak. Korkuyorum acaba Allah bizi zenginlik ile mi sınıyor?

"Öyle de olabilir. Peki öyle olsa sen ne isterdin'?"

"Bunca zenginliğin azalmasını'"

"O halde var Allah'ın verdiği nimete şükürde kusurlu davran, bir müddet nankörlük yoluna git. Varlığın çabucak azalır, fakirleşiverirsin."

"İyi de Yunus Ahi, ben Bir olan ve kudreti her şeyi kuşatan Allah'a nasıl nankörlük eder, nasıl şükrümden kalabilirim ki? Şükre alışmışım bir kez, nasıl olur da şükretmeyebilirim?!"

"Şükrü bırakamıyorsan şevkati arttır o halde yardımı çoğalt."

"İşte bunu yapabilir, yarından tezi yok elimde her ne var ise, şükür için dağıtabilirim."
"Dört kitabın manası bellidir bir Elif'te" demiş Yunus, ne demek istemiş diye bir göz gezdirirken gördüm ki kyametler kopmuş kelam üzerine, benim bilgisizliğim kafamı karıştırdı ...

bu bir yorum:      
http://ihsaneliacik.blogspot.com/2009/11/dort-kitabin-manasi.html

bu da yoruma reddiye: http://bit.ly/ICCxvb

Zeki Dursun Hocamız da der ki; yaa zaten yunuslar ,mevlanalar için 4 kitabın manası birdir,yoksa bizler için değilki o.bu adam bunu karıştırmış.çünkü yunuslar,mevlanalar.abdulkadir geylaniler ve daha niceleri Allah aşkıyla yoğrulmuş ve Hak da yok olmuş insanlar,yani onlar için şeriat çok geride kalmış.ne demişler;şeriat,tarikat, hakikat.. yani hakikat son nokta.hakikate ulaşan insanı kamiller için şeriat gerekmez.bundan dolayı yunus için müslümanlıkla hristiyanlığın bir farkı yoktur.biz ve ihsan için farkı çok.
Yunus'un duası: İlahi; gider benden benliği ve doldur içime senliği...
Yunus'un duası: Biz bizi terk ettiğimizde, sen bizi terk etme ilahi...
"Seni dostundan ayıran sözü dinleme, o sözde ziyan vardır."

20 Nisan 2012 Cuma

"Akil olan, adil olur".
"Bilmediklerimi ayağımın altına koysam başım göğe değerdi. unutma, cehaletten daha dermansız dert yoktur! Gerçi bilgiye hakim olmak mutluluktan çok elem, sevinçten çok keder verir ama insan da öğrenerek çoğalır."
"Akıl tamam olduğu vakit söz azalır"
"Bir elde cam, bir elde gül, geldin sakiya
Hangisin alsam gülü, yahud ki camı, ya seni"

(Bir elinde gül, diğer elinde kadeh ile geldin ey saki! Bilemiyorum hangisini alayım, gülü mü, kadehi mi, yoksa seni mi?)
"Dostlarım! Kişinin değeri, güzelce bildiği şey kadardır, aklınızdan çıkarmayın!"

19 Nisan 2012 Perşembe


Atılmışım iki la-yefhemin meyanesine
Zemine anlatamam, asumane anlatamam
Beyan-ı maksat için yare tercümanım var
Belaya bak ki onu tercumana anlatamam
                          
                                                        Muallim Naci


*la-yefhem: anlayissiz; 
*meyane: ara, orta

15 Nisan 2012 Pazar

...edasıyla insanın ruhuna bin bir makamdan ezgiler yayıyor, bir musiki namesi gibi çevresine etki ediyordu...

Haremlik Selamlık

...O yıllarda bahçelerin cümle kapılarında iki tokmak bulundurmak yaygın bir gelenek olmuştu. Kadınlar kapıya gelince -kendi ruhlarına uygun buldukları ve tiz ses çıkaran- gül motifli tokmağa, erkekler de tam aksine -gürültülü ses çıkaran- aslan motifli tokmağa el atıyorlar,bBöylece ev sahibi, kapısına gelenin erkek mi kadın mı olduğunu tokmağın sesinden anlayabiliyor ve ona göre kapıyı haremden birileri açıyor, yahut misafir için selamlıktan hazırlık başlıyordu...


Kişinin aklı diline hakim olmalı, dili aklına hakim olan kişi helak olur.
Aşk ilerleyince sevgilinin derdini çekmek mutluluk olabilir. Tabiatta herhangi bir şey haddini aşınca zıddına dönüşür. At arabasının tekerlekleri çok hızlı dönmeye başlayınca sanki tersine dönüyor gibi görünür. O halde bütün üzüntülerin sonu mutluluk, bütün gülmelerin sonu gözyaşıdır. Sevincin de hüznün de aşırısı insanı öldürür. Kahkahalarla gülen kişinin gözünden sonunda yaş akar.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yare Dokunma




dinle ahvalimi bi-mecalimden

bir haber al getir ru-i alimden
sorarsa sevdiğim de vasf-ı halimden
söyle amma zülf-ü yare dokunma

aşkınla yanıyor da emrah-ı kemter
bilir mi halimden de vefasız dilber
ricam budur senden ey bad-ı sarsar
bana dokun o dil-dare dokunma

ercişli emrah




*bi-mecal:Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf.
*kemter:aşağı, düşük
*dil-dar: kendisine aşık olunan dilber

27 Şubat 2012 Pazartesi

Melâmet Ehli


Melâmet ehli, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi de bir kayıt,
hatta bir kendini beğeniş ve beğendirme çabasına düşüş bildiklerinden kendilerini
herkesten aşağı görmek ve göstermek, yapılan hayrı, iyilikleri gizlemek; kötülükleri,
işledikleri günahları ve şerleri ise gizlemeye uğraşmamak düşüncesini şiar edinmişlerdi.
(Gölpınarlı, 1985:111,112; Bolat, 2003:15) Melâmetîliğin öncülerinden Abdullah bin
Münâzil’in dilenmesi,  Bâyezîd-i Bistâmî’nin Ramazan ayında (seferî olma ruhsatını
kullanarak) etrafına toplanan kalabalığın karşısında ekmek yemesi, Yusuf bin
Hüseyin’in Kur’an okunurken ağlamayıp  şiir okunurken ağlaması (Bolat,
2003:112,149,154)  şan ve  şöhret korkusu ile riyadan kaçınmayı benimseyen
Melâmetîlerde görülen hallerden sadece birkaçıdır.
Nefsi kınama ve aşağılama amacı ile, halkın eleştirilerine maruz kalarak
onlardan bağımsız hale gelip kendilerini bütünüyle Allah’a adamak inancı ile hukuken
hoş karşılanmayan veya hukuku ihlal eden eylemlere yönelme; Melâmetîliğin
yozlaşmasına, marjinal olarak değerlendirilmesine,  İslam öncesi veya  İslam dışı
kültürlere dayandırılmasına, farklı anlamlandırılmasına yol açmıştır. (Bolat,
2003:167,168, 232)
Mutasavvıflar, tasavvufî düşüncelerini anlatmak için  şiiri bir araç olarak
kullandıkları gibi; mutasavvıf olmayan şairler de düşüncelerine derinlik katmak, zengin
bir çağrışım oluşturmak için tasavvufun sembol ve terimlerinden faydalanmıştır.
Mutasavvıf  şairlerce; Hakk’a giden yolda, Hak uğruna karşılaşılan her engeli hiçe
sayma, övünme, kınayanlara meydan okuma şeklinde dile getirilen melâmet, toplumun
akıl ve mantık ölçülerini önemsememe, maddî ve dünyevî bağlardan azade olma, endişe
duymama gibi özelliklerinden dolayı delilik ya da sultanlıkla ilişkilendirilmiştir.
Cezbeli ve taşkın görüşlerinden dolayı on iki dervişi ile idam edilen  İsmâil
Maşûkî (ö.945/1539), (Gölpınarlı, 1997:227; Bolat, 2003:326) bir şiirinde,
Terk edip nâm u nişânı giy melâmet hırkasın
Bu melâmet hırkasında nice sultân gizlidir    
diyerek şan şöhreti terk etmenin ve fakirliğin alâmeti olan melâmet hırkasını giymenin,
asıl sultanlık olduğunu vurgulamıştır. Kul Nesîmî,
Ben melâmet hırkasını kendi giydim eğnime
Âr u nâmus şîşesini taşa çaldım kime ne    (Gölpınarlı, 1997:227)
dörtlüğü ile başlayan bestelenmiş meşhur şiirinde, toplumun çok değer verdiği ar ve
namusu bile, bir şişe gibi taşa çalacak kadar melâmet yoluna girdiğini, kararlılığını,
kınamalara aldırmadığını açıkça belirtmiştir.

kaynak: http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/bahir_selcuk_fuzulide_melamet_kavrami.pdf

“Madde âleminin dört temeli nefislerimizin dört derecesidir. Bütün kötülüklerin kaynağı nefs-i emmaremiz ateşe, yaptığımız kötülüklerden sonra kendimizi kınayan nefs-i levvame havaya, iyi ile kötüyü ayırmamızı sağlayan nefs-i mülhimme suya ve bizi kötülüklerden arındıran nefs-i mütmainnemiz toprağa benzer.
 Nefsin hangi surette sana hükmetmeye kalkarsa, o suretin eşiti olan unsuru bedenine tatbik et. Nefsin günah işleme arzusundaysa elini ateşe değdir; dayanabiliyorsan o günahı da işle. Kendini kınamak istersen havaya ve rüzgâra karşı oturup düşün. Kötülükten iyiliğe geçmek için suyla arın ve abdest al. Bütün kötülüklerden arındığın vakit bedenin toprak olmaya hazırdır. Çünkü ancak varlığımızı toprak ettiğimiz vakit manamızın hakikatine erebiliriz.”




Nefsin Dereceleri
Emr Alemi‘nden rabbanî bir lâtife olan insanî nefs , sıfatlarına göre farklı isimler alır. Hayvanî nefsin tesirinden uzaklaştıkça sıfatı değişir, mertebesi de yükselir. Nihayet tamamen billurlaşıp Rabbi‘ne vasıl olur.
İnsan, aşağıda ismi geçen mertebelerden sadece birinde olabilir. Üst mertebelere yükselebildiği gibi, geri de düşebilir. Bu mertebe ve isimleri sırasıyla görelim:
Nefs-i Emmâre: Kötü his ve huyları, çirkin vasıfları barındırır. Şehvet düşkünü hayvanî nefsin hükmü altında olmakla, hayvanların yoluna girmiştir. Kötü işleri güzel görür. Hesap ve ahiret derdi yoktur. Sadece keyfini düşünür.
Bu nefsin eserinden kibir benlik, hırs, şehvet, kıskançlık, cimrilik, kin, intikam, hiddet gibi huylar çıkar. Allah‘ın düşmanıdır. Hadis-i kudside: “Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır.” buyrulmuştur. Kur‘an-ı Kerim‘de Hz. Yusuf a.s.‘ın diliyle: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder.“ (Yusuf, 53) buyrulmaktadır .
Bu nefsin bütün huyları bir kişide toplanırsa, o kişi şeytanların mertebesine düşer. Nefs -i emmarenin sahibi, ya fasık , ya münafık ya da kâfirdir. İtikadı düzeltmek, samimi tevbe ve terbiye ile tedavi olur. Tezkiye edilmezse, cehennem ateşiyle temizlenmesi kaçınılmazdır.
Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefstir . Nitekim Allahu Tealâ : “ Nefs -i Levvâme‘ye (kendini kınayan nefse) yemin olsun ki” ( Kıyame , 2) buyurmuştur.
Bu nefs sahibi, günah işlediğinde pişman olup tevbe eder, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Fakat günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ve kötülük arasında gider gelir.
Kendini beğenme, çekişme, gizli riya, makam ve şehvet tutkusu gibi nefs-i emmârenin bazı vasıfları bu mertebede de bulunur. Fakat nefs hakkı hak; batılı batıl görür. Yine bilir ki, bu sıfatlarla huzurdan uzaktır. Fakat onlardan kurtulamıyor.
Hali muhabbet, gidişi tarikat, mahalli Kalp‘tir. Alemi Berzah Alemi‘dir. Nefsiyle mücahedede sabit olursa Misal Alemi‘dir. Uykuyla uyanıklık arasında –genellikle oturma halinde- Misal Alemi‘nden bir çok manalar temessül eder. Bu mertebede nefs ve şeytan birleşip vesveseyle kalbe saldırırlar. Tedavisi rabıta ve zikirdir.
Nefs-i Mülhime: Allahu Tealâ nefsin isyan ve itaatini vasıtasız ilham ettiği için bu makamda nefsin adı mülhime olmuştur. Nitekim Kur‘an‘da : “Sonra da o nefse isyan ve itaati ilham edene yemin ederim” (Şems, 8) buyrulmuştur .
Nefs, tevbe, zikir, rabıta ve mücahedeyle günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulunca, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Devamlı olarak kâmil mürşidden kalbine ilhamlar gelir. Bu mertebede hayvanî nefs tamamen ıslah olur. Haramdan kaçar, hayırlara koşar.
Alemi Ruhlar Alemi, mahalli Ruh‘tur. Ruhunda ilâhi aşk ateşi parlamaya başlar. İlim, tevazu, yumuşaklık, kanaat, mertlik, sabır, belaya tahammül gibi, güzel hasletler belirir. Visal rüzgarları esmeye başlar. Fakat şeytan ona açık ve bariz bir şekilde saldırmaya başlar . Kendini ve amellerini beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir, ümitsizliğe düşürür, Allah‘ın azabına karşı ona emniyet hissi verir. Bu makamda mürşidin himmeti olmazsa tehlikeye düşebilir.
Nefs-i Mutmainne: Cenab -ı Mevlâ‘nın “Ey tatmin olmuş Nefs” (Fecr , 27) hitabıyla ıstıraptan kurtulup huzura eren nefstir . Her türlü şek ve şüpheden temizlenip rahatlamış, ayne‘l - yakîne ve kâmil imana ulaşmıştır. Kötü huylardan tamamen pak olmuş, fenalıklara arzusu kalmamıştır. Seyri, Allah ile gerçekleşmiş (seyr-i meallah), velilik mertebesine ulaşmıştır. Alemi, Muhammedî Hakikat, mahalli Sır‘dır. Manevi tecellilerin mazharıdır . Sıfatları, tevekkül, incelik, cömertlik, yumuşaklık, güler yüz, tatlı dil, kusurları bağışlama, hamd, şükür, müşahede, teslimiyet ve rızadır.
"Balçık çok olunca fil bile kayar"

bilmem zikri

     Bilemedim, dünya nedir, dünyalık nedir bilemedim. Pazar nerededir, alan kim, satan kim bilemedim. Dönen ile duranı, yürüyen ile oturanı bilemedim. Tapduk Sultanımın dediği gibi "ben" demekten kurtuldum. Kim bir şey sorarsa "Bilmem" dedim. "Bilmem" zikrinin içinde ben zamiri olduğu için mi nedir, bilmezliğin ağırlığını da bilemedim. Sonunda bilmeyen kişinin kendini inkar ettiğini bile düşünmeye başladım..

TANRI ÜZERİNE

       ...Sonra korkuyorum, var olduğu fikrinden de korkuyorum, yok olduğu fikrinden de... Var ise yaptığım işlerden korkuyorum, yok ise yapılan işlerden korkuyorum.
     
       Eğer bu dünyada yapılan işlerin bir sorgusu suali olmayacaksa, eğer insanların bir vicdani hassasiyetleri bulunmayacaksa, iyiler ve kötüler arasında, zenginler ve fakirler arasında, güzeller ve çirkinler arasında hangi adaletten söz edilebilir?!..

       Tanrı, içimde bir sancı...
     
      Önemli olan insanın korkacağı bir tanrı mı istediğiydi, yoksa sevip umut edeceği bir tanrı istediği mi? Allah ile kul arasında korku umuttan daha etkin bir his olmalıydı...

19 Şubat 2012 Pazar

"Soruluncaya kadar susman, susturuluncaya kadar konuşmandan hayırlıdır..." - Hz. Ali

18 Şubat 2012 Cumartesi

Mevlana ve Yunus


            “Peki Derviş Yunus senin fikrin nedir?”
            “Hangi hususta efendim?”

            “Mesnevi’miz hususunda”

Ne demeli, soruya nasıl bir cevap vermeliydim? Elim ayağıma, dilim damağıma dolaştı. Kafiye düşürecek durumda değildim. Ama neden bilmem aklıma ilk gelen kafiyeyi söyleyiverdim. Keşke dilim tutulsaydı… Daha sonraki yıllarımın, Hüdavendügar Hazretleri’ne cevap diye söylediğim bu kafiyeden utanmakla geçeceğini elbette bilemedim:
               
           “Uzun demişsiniz efendim! Ben olsam,

‘Et ü kemik büründüm
Yunus diye göründüm.’ derdim olur biterdi!

           “Hımm!..  Arifler için uzun olan halk için kısa sayılır Derviş Yunus. Belki sen daha kısa söylersin, olmaz mı?”
         
   “Estağfurullah sultanım!”
           
            Yer yarılsa da içine girseydim! Bilmeyerek ne büyük küstahlık etmişim! Başımı yere eğdiğimde teselli yine onun şeker dudaklarından geldi:

            “Derviş Yunus, artık iyice inandım ki bana yan ama tütme dediler. Sana yan ve yandır denilmiş!... Sen bizi gizli yüzümüzden tanırsın. Başkasının gözle göremediğini sen kalp ile görürsün. Bahtın açık olsun!..”

                Mevlana bunu söyledikten sonra naralandı. Ben özür diledimse de artık beni dinlemiyor gibiydi. Ondan duyduğum son sözler oldu bunlar ve daha o andan itibaren yanmaya başladım. Ayrılırken ikimiz de ağlıyorduk. Benim gözyaşlarım pişmanlıktandı; ama onunkileri bir türlü kestiremedim…

16 Şubat 2012 Perşembe


“Yanlış olan, zor olan, hüsrana götüren kulun hata yapması değil, hatada ısrar etmesidir.”

                                                                                                                                             Tapduk Emre
                                                                                                                            
“Özünü tevhide uydur, yüzünü Mevla’ya döndür. Kimseye razını* açma, iven davranma, özünü tevhide tapşır,* bedenini dergaha bağışla.”

                                                                                                                                             Tapduk Emre


*Tapşırmak: Havale etmek
*Raz: Sır
…Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle, od-un işte ateş veren şey… Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim, ateş olan kısmına, gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına, ‘od’a talip oldum…

                                                                                                                                                                         "Oduncu Yunus"
… O zamanlarda gönlüm çalkantılı denizlerde bir sandaldı. Ne yana gideceğini bilmeyen, küreği ve yelkeni kırık bir sandal.  Beşinci aydan sonra yalnızca ‘Bilmem!’ zikrine devam ettim. Tapduk Sultan’ım bana biat vermiş, “Biz ümmiyiz ve senin aklında sorular var. Soruyla dervişlik olmaz teslimiyet gerektir; bu yüzden hiç nesnen kalmayana dek sorulardan kurtul; zahirini terk eyle dimağını arıt. Bundan böyle ‘Bilmem!..’ çek ve ‘Bilmem!’ lafzı senin virdin* olsun. Ta o güne kadar ki sana ‘Adın nedir?’ diye sorulursa ‘Bilmem!’ diyesin”, buyurmuştu…                   


                                                                                                                                                                              yunus




*Vird:
Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek kalbin durulmasını hedefleyen zikir çeşidine vird denir.
 SENİ SIYGAYA ÇEKER/BİR MOLLA KASIM GELİR


Ben dervişim diyene
Bir ün edesim gelir
Tanıyuban şimdiden
Varup yetesim gelir


Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir


Altında gayya vardır
İçi nâr ile pürdür
Varıp ol gölgelikte
Biraz yatasım gelir


Ta'n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun
Varuban ol tamu'da
Biraz yanasım gelir


Ben günahımca yanam
Rahmet suyunda yunam
İki kanat takınam
Biraz uçasım gelir


Andan Cennet'e varam
Hak'kı Cennet'te görem
Hûri ile gılmanı
Bir bir koçasım gelir


Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir


YUNUS EMRE



Tamu   : Cehennem
Ta’n       : Ayıplamak,kınamak,kötülemek
Andan : Bahçe, bağ ve bostanda sulamayı kolaylaştırmak için, toprağın eğimine göre ayrılmış parçalar, maşala, evlek.
Sıygaya çekmek: Sorguya çekmek

15 Şubat 2012 Çarşamba

çocukluğum
nasıl üşüyorsun ki şimdi
beni titretiyor - sallıyor-sokakların
hiç böyle soğuk kış görmedin mi sen 
yoksa soğuk kışları 
kağıt evlerden mi izlemişsin onca yıl
ey ömrümün en huzurlu yılları
yolları,tozu toprağı…
çocukluğum
hangi enkazdan gelir sesin

23 Ekim'e

14 Şubat 2012 Salı


Ben
Geldim gidiyorum yalan Dünya'dan 
Ne yapsam bahtiyar olamadım ben.
 
Meşakkat deryası olan Dünya'dan
 
Erenler kabına dolamadım ben...
 

Herkes ektiğini biçiyor dendi
 
Yüzsüz karşısında güçsüz efendi
 
Hırsız
 zevk-i safa sürdü eğlendi 
Felekten bir gece çalamadım ben...
 

Üstüme yürüdü kalleş ordusu
 
Yoktu hiç birinin Hak'tan korkusu
 
Hak'ka da gücendim sözün doğrusu
 
Ne idi günahım bilemedim ben! ..
 

Belki bunlar gerçek ben bir yalandım
 
Kerem gibi aşk uğruna yanandım
 
Dost dost diye diyar gurbet dolandım
 
Gönlümün harcını bulamadım ben...

Hüseyin Poyraz
Asaf'ın miktarını bilmez Süleyman olmayan
Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan

Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvalını
(ah) Anlamaz hal-i perişanı perişan olmayan

Rızkına kani olan gerduna minnet eylemez
Alemin sultanıdır muhtacı Sultan olmayan

Kimki korkmaz Hudadan anadan korkar erbab-ı ukul
(ah) Her ne isterse yapar Hak'dan her asan olmayan

İtiraz eylerse bir nadan ziya hamuş olur
Çünkü bilmez kadr-i güftarın sühandan olmayan 


ben beni bilmem; neyim, dünya nedir, ukba (ahret, öbür dünya) nedir?
söyleyen kim, söyleten kim, aşk nedir, sevda nedir?

mey (şarap) nedir, saki (barmaid) nedir, mecnun nedir, leyla nedir?
kimse idrak eylemez (kavramak istemiyor), bu alem-i eşya (şeylerin dünyası) nedir?

gül dırahtında (gül ağacında) kuru feryat (yalnızca yakarı) ile kâm (mutluluk) isteyen,
ölmeden dostun yoluna tuttuğun dava nedir?

arayıp gezmektedir pervane (gece kelebeği -ateşe gider ya hani) aşkın ateşi,
dosta can vermek, muradı bilmez istiğna (arzuyu görmezden gelen nazlanma) nedir?

takınıp zincir-i aşkı (aşk zincirini), divane (aşk delisi) oldunsa eğer,
halkı taciz eyleyip (herkesi rahatsız edip) senden sana şekva (kendini şikayet) nedir?

vakıf oldunsa (kavradıysan) eğer kâlü bela esrarına (sonsuzluğun sırrını),
maksadın ancak rızadır (kabullenmektir), cennet-i âlâ nedir (neden cennet istersin)?

şems (mevlana'nın dostu) gibi izhar olur (belli eder), her kimde var envar-ı aşk (aşkın ışığı),
âşikâre (aşık gibi) yanmalı, âşıklara ihya (dirilmek, iyi olmak) nedir?

aşk pazarına fuzulî (boş yere) kimse basmasın ayak,
şem i; yanmak rifat-ı oddan (ateşin yüceliğinden) sana perva (korku) nedir?

fuzuli

13 Şubat 2012 Pazartesi

suskun

Bunca laftan sonra bize düşen de Susmak.
Kızılderili yerinde söylemiş: “Kartallar sessiz kalınca, papağanlar ağız gevelemeye başlar.”

suskun

Dilden başlar terbiye.

suskun

sana da başkalarına da
yetecek kadar sus ki,
susuşun nara olsun,
konuşman çare olsun.

susmayı çınarlardan öğren,
başları göğe eren,
köklerini şehrin ta
bin yıl derinlerine süren.

halk susmayı bir bilse,
susarak bağırmayı,
zorbaların yüreği
korkudan çatlayacak.

taşa “konuş, konuş!” demişler,
bir susmuş, iki susmuş,
sonunda “ben, demiş, ben.


Cahit Koytak

suskun

“İnsan için en faydalı şey, alâkadar olmadığı konu hakkında söz söylememesidir.”

“Söylediğim bir sözden dönmektense, söylemediğim bir sözü zapta kadir olmak isterim.”

“Söz ağzımdan çıktı mı bana hâkim olur, ağzımdan çıkmadıkça ben ona hâkimim.”

“Söylemediğim bir söz yüzünden kat’iyyen pişman olmadım, fakat söylediğim nice söz yüzünden defalarca pişman oldum”.

Beydaba

suskun

"Akıllının dili gönlünün arkasındadır, ahmağın gönlü ise dilinin arkasında."

Hz. Ali
Kalbinde kasavet, bedeninde bir gevşeklik, rızkında bir kıtlık görürsen bilki sen mutlaka lüzûmsuz, fuzûli şeyler konuşmuşundur.

Bir Sahabe ?
"Az söz erin yüküdür, çok söz hayvanın yüküdür"

Yunus Emre
"Dilim yırtıcı bir hayvandır. Serbest bırakırsam beni parçalar."

tâvûs kuddise sirruh

suskun

’’susarak anlattın bütün gizliyi
sakladım duygumu ben konuşarak’’
Akif

suskun

"Cihadın en değerlisi, haktan sapmış bir idareci yanında gerçeği ifade eden bir söz söylemektir."
Hz. Muhammed (S.A.V.)