“Peki Derviş Yunus senin fikrin nedir?”
“Hangi hususta efendim?”
“Mesnevi’miz hususunda”
Ne demeli, soruya nasıl bir cevap
vermeliydim? Elim ayağıma, dilim damağıma dolaştı. Kafiye düşürecek durumda
değildim. Ama neden bilmem aklıma ilk gelen kafiyeyi söyleyiverdim. Keşke dilim
tutulsaydı… Daha sonraki yıllarımın, Hüdavendügar Hazretleri’ne cevap diye
söylediğim bu kafiyeden utanmakla geçeceğini elbette bilemedim:
“Uzun demişsiniz efendim! Ben olsam,
‘Et ü kemik büründüm
Yunus diye göründüm.’ derdim olur biterdi!
“Hımm!.. Arifler için uzun olan halk için kısa sayılır Derviş Yunus. Belki sen daha kısa söylersin, olmaz mı?”
Yunus diye göründüm.’ derdim olur biterdi!
“Hımm!.. Arifler için uzun olan halk için kısa sayılır Derviş Yunus. Belki sen daha kısa söylersin, olmaz mı?”
“Estağfurullah sultanım!”
Yer yarılsa da içine girseydim!
Bilmeyerek ne büyük küstahlık etmişim! Başımı yere eğdiğimde teselli yine onun
şeker dudaklarından geldi:
“Derviş Yunus, artık iyice inandım ki bana yan ama tütme dediler. Sana yan ve yandır denilmiş!... Sen bizi gizli yüzümüzden tanırsın. Başkasının gözle göremediğini sen kalp ile görürsün. Bahtın açık olsun!..”
Mevlana bunu söyledikten sonra naralandı. Ben özür diledimse de artık beni dinlemiyor gibiydi. Ondan duyduğum son sözler oldu bunlar ve daha o andan itibaren yanmaya başladım. Ayrılırken ikimiz de ağlıyorduk. Benim gözyaşlarım pişmanlıktandı; ama onunkileri bir türlü kestiremedim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder