25 Nisan 2012 Çarşamba


Yunus ile Geyikli Ahi'nin sohbeti

Sonra bir nida duyuldu: "Elestü bi-Rabbiküm!..." yani ki "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" Bu öyle bir nida idi ki cevabı herkesin hayranlığı içinde gizlenmişti; herkes bu sorunun cevabını kendiliğinden biliyordu; herkes aynı anda ve bir ağızdan "Kalu /dediler:" "Bela!... Bela!... Bela!... " Her dilde değil, tek dilde, ezel dilinde bu "bela" lar "Evet, elbette öyledir, Sen bizim Rabbimizsin!" demekti. Olumsuz sorulara verilen bir olumluluk cevabı. "Evet" anlamına gelen yığınla kelimeden biri... Buna rağmen hiçbir ruh, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" doğrudan doğruya "Evet!" demedi. Çünkü o vakit cevap, haşa ki "Evet, sen bizim rabbimiz değilsin!" olacaktı. "Bela" dedik ve kaderimize bela yazıldı. O anda anladım ki  dünyada belalar ile imtihan olunmamız bundandı. Benim gibi herkes de Allah'a verdiği sözğ bela ile ölçecekti. Sondaki nidayı duyunca buna tamamen inandım: "Şehidna!" Yürekleri yerinden titreten bir kelimeydi bu ve ikaz ediyordu, "İşte sizi birbirinize şahit tuttuk!" Allah, güzelliğinden zerre miktarını bize bağışlamış ve karşılığında kulluk sözü almıştı. Bununla da kalmamış bizi sözümüzden dolayı birbirimize şahit tutmuştu. Yani herhangimiz, verdiğimiz sözü sözü unutur veya o sözden dönersek diğerimiz ona hatırlatacak, "Aman ha! Ezel gününde, can bezminde söz vermiş, bela demiştin!" diyecekti. "İnsanoğlunun başına gelen belalar hep bu imtihan için mi Geyikli Ahi?" diye gönlümden geçirdiğim sırada "Ne sanıyordun ya Şeyh Yunus!.." cevabını gözüyle verdi, ardından "Fırtına gelince hemen Allahı hatırlayıp da fırtına dindiği vakit unutan gemiciler gibi..."  demeyi ihmal etmedi...

Sonraki bütün sohbetimiz benim sorularım ve onun cevaplarıyla geçti:

"O halde belalar bizim için birer iyilik midir?"

"Bu senin bakış açına göre değişir. Eğer aşık isen ve bela sevgiliden geliyorsa yalnızca bir sitemdir. Aşkına kendisini hatırlatmak isteyen bir sevgiliye kim kızabilir?"

"Bu durumda kulların hepsi Allah'ı sevmek durumundadır, öyle mi?"

"Bize güzelliğinden bir nebze tattırdığı vakit koydu o sevgiyi kalbimize. Kulun bu dünyada güzele düşmesi, güzelliğin peşinde olması, güzelliğe doğru akıp gitmesi hep bu yüzdendir. Güzel bir kadın, güzel bir ses, güzel bir şiir, güzel bir manzara, güzel ... hep güzel ..."

"Bütün bunları sevdikçe Allahın güzelliğinden bir parça sevmiş oluyoruz yani?"

"Tam da öyle. O'nun haricinde bir şey sevemeyiz çünkü. Bütün ırmakların denize akması, bütün damlaların denizi özlemesi gibi."

"Seven bir damla, sevilen bir deniz?"

"Seven kul, sevilen sultan da diyebilirsin. Bütün kullar sultana yakın olmak isterler. Her damlanın şu ya da bu şekilde denize koşması gibi."

"Sevilenin seveni kendine çekmesi gibi de... Peki bu yakınlığın sırrı nedir?"

"Sınır yoktur. Sır vardır. Sır birinin diğeri için yok olmasıdır."

"Feda olmak yani?"

"Hayır aslına dönmek, vatanına dönmek... Belki de kendisi olmak!..."

"Kendini bilen Allahı bilir, buyuyrulmasındaki hikmet gibi desenize. Hani seven, sevgili için feda olunca kendisi olur; aradan ikilik, sen-ben kalkar seven ile sevilen aynileşir ve seven sevgilide ebedilik bulur, onun gibi... Bu durumda aşık, maşuku için öldüğünde gerçek aşkı bulmuş oluyor heralde!?"

"Ölmek demeyelim istersen, ölerek var olmak, dirilmek diyelim."

"Miskin adem oğlanını ekinciye benzetir gibi desenize?. Kimi biter, kimi yiter gibi?"

"Gelimli, gidimli dünya diyelim... Orada ölüm her ne kadar bir son gibi görünse de hakikatte o bir başlangıçtır. Sırası gelen ekilir biçilir... Sın ucu ölümlü dünya diyelim... Ölüm ile iç içe geçen hayat. Yaz bahar gelince yeniden yeşermesi gibi tabiatın."

"Madde ile mana arasında bir etkilenme gibi. Mana ile var olmak için maddeden geçmek gerekmesi gibi."

"Elbette!.. Orada doğmak için burada ölmeye muhtacız. Onda güzelliklere doğmak isteyen bunda bir hastaya varmak, bir içim su vermek gerektir. Gerçek aşık maddeden geçince kendisi olur. Sevgilinin kapısında ölene şaşılmaz, oradan geri dönene şaşılır çünkü."

"O halde 'Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez' demeliyiz; madem hayvanlık maddemizin, aik da manamızın adıdır?"

"Keşke bunda ölsek, orda ölü olmamak için'"
"Ah benim delikanlı evladım, ah benim gönlü daracık yiğidim. Çehreni tebessüme alıştır, hoşuna gitmesede katlanırken sadaka verircesine gülümse. Yoksa derviş olamazsın. Bağrında baş gerek evladım, gözün dolu yaş gerek. Dövene elsiz, sövene dilsiz kadar gönülsüz gerek evladım! Azıcık gülümsesen ne olur?"

                                                                                                                                           Yunus
"Sır layık olmayana ifşa olunmaz, nadanlara emanet edilemez."
Allah insanı yedi kalıpta ve yedi tavır üzerine yaratmıştı. Bu yedi tavır sanki balçıktan ruha yükselen kişilik katmanları gibiydi. Önce kalıbı oluşturan tabiat vardı. Tabiat toprak demekti ve maddeyi temsil ediyordu. Bu maddeyi içten dışa nefis, kalp, ruh, sır, hafa ve nihayet ahfa adlarıyla mana halkaları kuşatıyordu. Toprak olan beden nefis ile yoğruluyor, bedenin iyilikleri kalp sayesinde nefse karşı koyuyor, ruh kalbin açtığı yolda yükseliyor, bu yükseliş bedendeki her türlü sırrın - buna hastalıklar da dahil- kapısını aralıyor, hafada sırrın sırrına erişiliyor ve nihayet ahfa ile sır çözülüyordu. Bu tavırlar için birer merhem belirlemiş ve hemen bütün hastalıkları bu yedi çeşit merhem ile sarmaya başlamıştım. Elbette bedenlerini iyileştirdiğim hastaların, ruhlarını da tedavi etmem gerekiyordu. Her bir tavır için onların gönüllerinde bir vadi açmam gerekiyordu. O vadileri de sırasıyla aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret, fakr ve fena olarak tespit ettim. Her tavrın merhemi - hasta olmasa da-, o vadiye yönelmekle esenlik buluyordu. Buna göre her bedenin aşka ihtiyacı oluyor, her nefis marifete yönelerek şifa buluyor, her kalbe bir istiğna makamı gerekiyor, her ruhta tevhit tecellisi zaruri oluyor, her sır hayrete düşürüyor, her fakirlik hali gizlilik gerektiriyor ve her fakrın sonu fenaya, yani yok oluşa, belki yokluk bularak var olmaya çıkıyordu.

* hafa       : 1.Gizlilik, bir şeyin gizli, sır ve mahrem olması.
                 2.Gizli şey, sır.
* ahfa       : çok gizli
* istiğna    : gönül tokluğu * elindekini kâfi bulmak * zenginlik istememek * allah'tan başka kimsenin minneti altına            

                girmemek
* Tevhid    :“Birlemek” “ Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak.”
* Fakr       : ihtiyaç, yoksulluk, muhtaçlık... kendisinde bulunan herşeyin allah kökenli olduğunu bilmek...
* fena       : en son mertebe



benim notum:  bu tavır ve kalıplar bana moslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatı.


Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.
  1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)
  2. Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği)
  3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık)
  4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
  5. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)


1. ve 2. basamak aşk, marifet ve istiğna makamı.
3. basamak tevhid marifet ve istiğna karışımı makamı
4.basamak fakr makamı
5. basamak ise fena makamı.

*Abraham Maslow 1943 te bu teoriyi yayınlamış.

*Tasavvufta birçok alim tarafından farklı şekillerde yorumlanan bu makamların temelini atan
İmam Rabbani ise 1563 yılında doğmuştur.


Od kitabına Yunus'un bu hakikatlere kendisinin ulaştığı şeklinde yazılmış.





24 Nisan 2012 Salı

"Yaklaşan kışın ustura gibi kesen ayazına direnmeye çalışan arkadaşlarımla sırt sırta verdiğim yalnız bir zamanda.."
...Artık yalnızca "Hu!" deyip başka bir şey dememe vaktiydi. Yani ki elifi yalnızca ötürü okuyup -ki elif ötürü okununca "O" yani "Hu" denilmiş olur-, pazarı götürü yapma vaktidi. İstikametimi bozmamak ve hata etmemek adına artık susmalıydım...
Yunus ile Derviş Zahir Baba'nın sohbeti;


...Niyazbad çok zengin bir kasaba idi. Zahir Baba'nın müritleri ırmak yamaçlarındaki bağların ve bahçelerin mahsulleriyle ilgileniyorlar, bazıları hayvan otlatıyorlar, bazıları ziraat yapıyordu. Burada zenginlik, dergahtan dışarı yayılıyordu. O kadar ki Zahir Baba bir keresinde zenginlikten dert bile yandı:

"Yunus ahi,Allah bizi masiva ile sınıyor galiba ki, ne kadar zekat versek, sadaka dağıtsak, yolculara gariplere yardım etsek, alp erenler dergahına nezir göndersek de servetimiz yine artıyor."

"Bunun için Allah'a çok şükür edelim Zahir Ahi, Allaha çok çok şükürler edelim! Çünkü insanın hayrıyla uğraşırken istediğini elde etmesi büyük bir saadettir."

"Beli Yunus Ahi, şükürler edelim; illa ki bunca servet dervişlerin gönüllerini çelmek, onları dünya ilgileriyle meşgul etmek için biraz azalmalı değil mi? İnsanın elindekilerle yetinmesi büyük bir saadet değil mi? Can huzuru ve din rahatlığı elbette fakirliktedir."

"Öyledir, hafifletilmiş olanlar kurtulmuş olanlardır. Ben bir zamanlar çelebi adamlar tanımıştım; 'Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz; her şeyin sahib ve maliki Allah'tır.' diyorlardı. onların yolunda gidelim ve hafifleyelim."

"Nasıl Yunus Ahi nasıl? Hz.Peygamber 'el Fakru fahri' demiş, 'Fakirliğim övüncümdür', buyurmuşken bizim bunca zenginliğin hakkını vermemiz nasıl olacak. Korkuyorum acaba Allah bizi zenginlik ile mi sınıyor?

"Öyle de olabilir. Peki öyle olsa sen ne isterdin'?"

"Bunca zenginliğin azalmasını'"

"O halde var Allah'ın verdiği nimete şükürde kusurlu davran, bir müddet nankörlük yoluna git. Varlığın çabucak azalır, fakirleşiverirsin."

"İyi de Yunus Ahi, ben Bir olan ve kudreti her şeyi kuşatan Allah'a nasıl nankörlük eder, nasıl şükrümden kalabilirim ki? Şükre alışmışım bir kez, nasıl olur da şükretmeyebilirim?!"

"Şükrü bırakamıyorsan şevkati arttır o halde yardımı çoğalt."

"İşte bunu yapabilir, yarından tezi yok elimde her ne var ise, şükür için dağıtabilirim."